Neden Yayıncılığı Seçtim?

- Nasıl yayıncı oldunuz?

- İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olmuştum. Ve aynı yıl İşletme-Maliye dallarında doktora çalışmasına başlamıştım.

 

Amacım Üniversite’de kalmaktı.

Doktora dersleri akşam saatlerinde yapılırdı. Saat 5’e çeyrek vardı. Arkadaşım Melih yanıma gelerek: “Yurtdışı burs imtihanları var. Gel gidip şu ilânlara bir bakalım” dedi.

Ben, yurtdışına gitmeyi düşünmüyordum. Onun ısrarı ile İstanbul Üniversitesi’nin duvarlarına asılmış olan ilânlara bakmaya gittik. Ancak bütün afişler kalkmıştı.

Ben: “Bak afişler kalkmış, haydi derse dönelim” deyince, Melih: "Bir de Üniversite Sekreterliği’ne gidelim, oraya da bakalım” diye cevap verdi.

Melih önde, ben arkada yürüyorduk.

 

- Neden arkada kalıyordunuz?

- Çünkü benim, yurtdışında okumak gibi bir düşüncem yoktu.

Sadece Melih’e eşlik etmek için oradaydım, bu nedenle de onun bir adım gerisinden gidiyordum.

Saat 5’e yedi vardı.

Sekreterliğe girdik.

Sekreter olan Bey, eşyalarını topluyordu.

Melih: “Yurtdışı burslarını sormak için gelmiştik” dedi.

Sekreter: “Bursların başvuru tarihi geçti” diye cevap verdi, sonra da duraksayarak: “Ha, sadece Almanya’nın tarihi geçmedi, onun da son iki günü” diye ilâve etti. Melih bana doğru dönerek: “Bak, bir tek Almanya varmış. Senin de Almancan var, sen başvur” dedi.

Ben de ona: “Melih, haydi dönelim, belki seneye bir daha geliriz. İki günde başvuru belgeleri yetişmez” diyerek, kapıdan çıkmaya hazırlanıyordum ki, sekreterin bütün hayatımı değiştiren o tek cümlelik sözleri geldi: “Yetişir!”

Arkama döndüm. Sekreter anlatmaya başladı: “Zaten belgelerin bir kısmı bizde mevcut. Bunları noterde tercüme ettirirsiniz. Buna bir de iki resim ile bir ikâmetgâh eklerseniz, belgeler tamamlanır.”

 

Tren Makas Değiştiriyor

 

- Demek ki bütün hayatınız ya da kaderiniz “sekreterin iki dudağının arasına sıkışmıştı.’’

- Tam da öyle.

 

- Ya o tek kelimeyi “yetişmez’’ olarak formüle etseydi?

- O zaman "Aydın Arıtan treni" başka bir istasyona doğru yol alırdı.

 

- Demek ki trenin makas değiştirip, Almanya istikâmetine yönelmesi gerekiyordu.

- Oyunu Melih başlatmıştı, makas değiştiren kolu aşağıya indirmek de sekretere düşmüştü. Saat 5’e bir vardı.

 

-Ya sonra?

 -Belgeleri tamamladım, gece otobüsüne binip, Ankara’ya gittim ve başvuru belgelerini elden Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ettim.

 

-Almanya’ya ne zaman gittiniz?

-Önce Nisan ayında Ankara’ya yeniden giderek sınava girdim ve kazandım. Bir sonbahar günü, 30 Eylül’de Almanya’ya uçtum.

 

-Siz bir doktora öğrencisisiniz ve Alman hükümetinin DAAD bursuyla Almanya’ya Yüksek Lisans çalışmaları için gidiyorsunuz. Yayıncı olmak da nereden çıktı?

- İşte benim, yayıncı olmamın açan önünü dergi:

  

- Bu dergi ile nasıl tanıştınız?

- Lise yıllarımdan beri psikolojiye ve bilime ilgim vardı.

O dönemlerde Türkiye’de bu konuları işleyen dergiler yoktu.

Ben de Almanya’ya gelince, bu türdeki bazı dergilere abone olmuştum.

Bunlardan bir tanesi de, bilimsel konuları anlaşılır bir şekilde açıklayan “Bild der Wissenschaft’’ dergisiydi.

 

Kader Ağlarını Örüyor

 

- Bu dergi nasıl sizin yayıncı olmanıza yol açtı?

- Münih’te kaldığım pansiyonda bir sabah kahvaltısı yaparken, postacı bana abone olduğum bu dergiyi getirdi.

Kapağında Erich Fromm’un resmini görünce heyecanlandım.

 

- Neden?

- Çocukluk dönemimden beri kitap okumaya çok meraklıydım.

Lise yıllarında Bertrand Russell’in "Batı Felsefesi Tarihi’’ni, Hermann Hesse’nin “Siddharta”sını ve Erich Fromm’un “Sevme Sanatı”nı okumuştum.

Özellikle Erich Fromm’un anlatım tarzı çok ilgimi çekmişti. Daha sonra yine Erich Fromm’un “Psikanalizin Bunalımı” adlı kitabıyla tanışmıştım.

Dergi, kapağına Erich Fromm’un resmini basmıştı ve içindeki sayfalarda onun son kitabının geniş bir tanıtımı yer alıyordu. Kitabın adı: “Greatness and Limitations of Freud’s Thought (Freud Düşüncesi’nin Büyüklüğü ve Sınırları)" adını taşıyordu.

Erich Fromm’un asistanı olan Rainer Funk’un hazırlamış olduğu yazıyı ve kitabın tanıtımını heyecanla ve dikkatle okudum. O sırada aklıma bir fikir geldi.

 

 

- Neydi o?

- “Erich Fromm’a bir mektup yazsam nasıl olur?” diye düşündüm.

O güne kadar hiç de böyle bir şey yapmamamıştım ve bu türlü girişimlere yatkın olan bir yapım da yoktu. Ancak yine de, içimden gelen bir dürtü ile oturdum ve bir mektup yazdım el yazısı ile.

 

- Nasıl bir mektup oldu bu, neler yazmıştınız?

- Normalde böyle bir mektubun içeriği: “Sizin eserlerinizi çok beğeniyorum, çok faydalanıyoruz” gibi sözlerden oluşur. Ya da: “Bu kitabınızda nelerden bahsettiniz, hangi açılardan bakıyorsunuz bu konuya?” gibi bir ifade taşır. Veya: “Şu konuyla ilgili fikirlerinizi merak ediyorum” şeklinde olur.

 

- Peki siz neler yazdınız?

- Yazdığım mektuba şöyle başlamıştım: “Sizin eserleriniz Türkiye’de çok seviliyor.” Sonra da, bugün bile hâlâ neden o şekilde yazdığımı bilemediğim bir şekilde devam etmiştim: “Ben, bu son kitabınızın Türkiye telif haklarını almak istiyorum.”

 

- Yayıncılıkla bir ilginiz mi vardı?

- Ben, sadece iyi bir kitap okuyucusu olan bir Yüksek Lisans öğrencisiydim.

 

- O hâlde?

- Fakülte Sekreteri’nin “yetişir” demesi gibi bir şeydi bu da herhâlde. Aklıma “bu kitabın telif haklarını almak istiyorum” düşüncesi bir kalıp olarak gelmişti.

 

- Yeni bir makas değişikliği mi?

- Hem de tam 180 derecelik bir değişiklik. Benim hayat trenimi bambaşka bir yöne çevirdi. Erich Fromm’un adresini bilmediğim için, mektubu, derginin irtibat adresine gönderdim.

 

- Cevap ne zaman geldi?

 

- Yaklaşık 40 gün sonra. Yine pansiyonda kahvaltı yaparken, postacı bir mektup getirdi. Zarfa baktım, üzerinde “Liepman Agentur, Zürih” yazıyordu.

 

- Erich Fromm’un adresi bu muymuş?

- Hayır. Erich Fromm o sıralarda İsviçre’nin Lugano şehrinde ikinci eşi Annis Fromm’la yaşıyormuş. Mektup, onun kitaplarının telif haklarını temsil eden ve Ruth Liepman adlı bayanın yönettiği Liepman Telif Ajansı’ndan geliyordu.

 

- Merak ettim, mektuba nasıl bir cevap verilmişti?

- Mektupta öncelikle, Erich Fromm’un kitaplarının Türkiye’de basılmış olduğundan haberleri olmadığı belirtiliyordu ve bu konu hakkında kendilerini aydınlatmamı istiyorlardı.

 

- Bunlarla ilgili bir fikriniz var mıydı?

- Hayır. Bu konuları öğrenebilmek için Türkiye’deki arkadaşlara mektuplar yazdım.

 

- O dönemde mektup önemliydi değil mi?

- Bir de ankesörlü telefonlar vardı. Oraya 1 Mark atar, telefonu çevirirdik. Paranın bitiyor olduğu sinyalini alınca, 1 Mark daha atardık. Haberleşme bu yollarla sağlanırdı.

 

- Türkiye’den ne cevap geldi?

- Şöyle yazıyorlardı: Türkiye’de, yurtdışında yayınlanmış olan kitapların yayın tarihlerinden 10 yıl sonra, o kitapları telif hakkı almadan basmak, mümkün oluyormuş. Ben de, bu bilgileri içeren bir mektubu Liepman Agentur’a gönderdim. Yayınlamak istediğim bu son kitabın hakları için kaç Mark ödemem gerektiğini de sordum.

 

- Nasıl bir cevapla karşılaştınız?

- Diğer basılmış olan kitapların üzerinde fazla durmadılar. Aslında uluslararası alanda, Türkiye’de uygulanan bu “10 yılı geçen kitapları telifsiz olarak yayınlanmak” diye bir kural yokmuş. Ama Türkiye’de basılan kitapları denetleme imkânları olmadığı için, bu uygulamaya ses çıkartma imkânları bulunmuyormuş.

 

Yayıncılığa Giden Yol

 

- Sonra?

- Birkaç yazışmadan sonra, bu kitabın Türkiye’de Türkçe olarak basılması haklarını satın aldım.

 

- Paranız var mıydı?

 - DAAD kurumundan ayda 800 Mark alıyordum. Çoğu arkadaş bu parayla geçinemezlerken, ben paramı arttırıp, tasarruf yapıyordum.

 

- Ne kadar ödemeniz gerekiyordu?

- 700 Mark. Önce avans olan 300 Mark'ı ödedim.

 

İlk olarak sözleşme, sonra da kitabın dokümanları geldi. Ancak ortada iki tane sorun vardı. Birincisi, kitabın dokümanları İngilizce’ydi. İkincisi de, kitabın bir yıl içerisinde basılması gerekiyordu.

 

- Ne yaptınız?

- Noel tatilinde İstanbul’a geldim. O sıralarda, Dünya Sevgi Birliği grubunun çalışmalarına katılıyordum. Gayrettepe’deki toplantı merkezine gittim. Arkadaşlar, Erich Fromm gibi bir büyük bir ustanın, en son çıkmış olan kitabının haklarını almama sevindiler ve “büyük iş başarmışsın” diyerek kutladılar.

 

- İki sorundan bahsetmiştiniz?

- Ben İstanbul Erkek Lisesi mezunu olduğum için, birinci yabancı dilim Almanca idi.

İngilizcem, bu kitabı Türkçe’ye çevirmek için yeterli değildi. İkinci sorun da, kitabın bir yıl içinde çıkmasını nasıl temin edeceğimdi. Zaten bu sürenin üç ayı da geçmişti.

 

- Çözüme nasıl ulaştınız?

- Gruptaki arkadaşlardan Acar Doğangün "Merak etme, ben bunu, sen yazın dönene kadar bitiririm” deyince, kitabın (A-4 çıkışlar hâlindeki sayfalardan oluşan) İngilizce orijinalini ona bıraktım ve içim rahatlamış olarak Almanya’ya döndüm.

 

- Ya sonra?

- Sonra ilginç bir şey oldu. 18 Mart 1980 günü Erich Fromm, 80. doğum gününe 3 gün kala vefat etti. Ve ben, Erich Fromm’la karşılıklı olarak imzalamış olduğumuz sözleşmeyi, Liepman Agentur’a geri yolladım. Bir ay sonra aynı sözleşme tekrar geldi. İmza bölümünde Erich Fromm adının üzeri çizilmiş, oraya ikinci eşi olan Annis Fromm’ın adı yazılmıştı.

 

- Gerçekten de ilginç bir gelişme olmuş.

 

Nasıl Çevirmen Oldum?

 

- Temmuz ayında İstanbul’a döndüm. Heyecanla Acar’ı buldum ve o önemli soruyu sordum: “Çeviri bitti mi?” Acar: “ Üzgünüm, başlayamadım bile” deyince, canım sıkıldı.

 

- Bu durumu aşabildiniz mi?

- Yapacak başka bir şey yoktu, iş başa düşmüştü. Kitabın Almanca baskısını, Almanya’ya giden amcam aracılığı ile getirttim ve çeviriye başladım.

 

- Daha önceden tecrübeniz var mıydı? Çeviri yapmak pek de kolay bir şey değil.

- Hayır. Ancak küçük yaşlarımdan beri hatıra defteri tutardım. Üniversite yıllarında da, Sevgi Dünyası Dergisi’ne çeşitli makaleler yazardım. Yazmak ile aram iyiydi. Ancak kitap çevirmek ayrı bir alandı. Farklı özellikler gerektiriyordu.

 

- Zor oldu mu?

- Sandığımdan kolay oldu. O zamanlar aynı zamanda, İstanbul Üniversitesi’nde, Almanya’daki Yüksek Lisans çalışmalarından sonra eksik kalan bazı doktora derslerine devam ediyordum. Bir yandan da, Tercüman Gazetesi’nin Almanya’da çıkan nüshasına Almanca’dan tercümeler yapıyor ve Alman televizyonlarındaki günlük programların Türkçeleri'ni hazırlıyordum.

Akşamları da evde kitabı tercüme ediyordum.

 

- Bayağı yoğun bir dönemmiş.

- Evet, kitabın çevirisini 2 ay içerisinde bitirdim. Teksir kağıtlarına tükenmez kalemle yaptığım çalışma, el yazımı ile tam 357 sayfa olmuştu.

 

- Çeviri bitince ne yaptınız?

 

"Entertip Dizgi" ve "Tipo Baskı"

 

- Bu konuda kime başvurabileceğimi babama sordum. O da, Sahaflar Çarşısı’ndaki İstanbul Kitapevi’nin sahibi olan Ali Ertem Bey’e gitmemi söyledi. Hemşehrimiz ve aile dostumuz olan Ali Bey hem kitapçılık yapıyor, hem de yayıncılık ile uğraşıyordu. Elimdeki dosya ile ona gittim ve ne yapmam gerektiğini danıştım.

 

- O ne dedi?

- “Önce bunları dizdirmemiz lâzım”dedi.

Ben, dizginin ne anlama geldiğini bilmiyordum. “O da ne?” diye sorunca, “kitabın matbaada basılabilmesi için, yazdıklarının önce matbaa harfleriyle yeniden düzenlenmesi” cevabını verdi.

Onunla birlikte Cağaloğlu sokaklarında yürümeye başladık.

O zamanlarda “dizgi” işleri “entertip tekniği” ile yapılıyordu.

 

- “Entertip” ne demek?

- Yazılar, bir daktiloya benzeyen dizgi aleti ile yazılıyordu. Bu yazılanlar, makinenin üst tarafındaki bir haznede yer alan sıcak kurşun eriyiğinin üzerinde kabartma harfler ve kelimeler olarak sabitleniyordu.

 

- Sonra?

- Sonra da, bu “kurşun satırlar” aşağıdaki bir haznenin içine düşüyorlardı. Başka bir kişi, bu “kurşun satırları” bir sayfa hâline getirip, etrafını da bir iple sararak kitabın sayfalarını oluşturuyordu.

 

- Çok ilginç.

- Ardından bu “kurşun sayfa” matbaa boyası ile renklendiriliyor ve ters çevrilerek bir kağıda basılıyordu.

Böylece bizlere okuma ve düzeltme (tashih) yapma kopyaları veriliyordu.

 

- Oldukça zahmetli bir süreçmiş.

- O zaman öyleydi. Yıl 1980.

 

Matbaalar zemin katlarda yer alırlardı. Ali Bey ile birlikte dar merdivenlerden inip, geniz yakan kurşun kokusu ile dolu matbaalara giriyor ve sahipleri ile konuşuyorduk. Tuhaf duygular içindeydim, pek alışık olmadığım bir ortamdı.

 

- Konuşmalar nasıl geçiyordu? Pazarlık mı ediyordunuz?

- Daha da önemlisi, dizgiyi yapacak olan kişiler, benim el yazısı ile yazdığım çeviriyi okuyamayacaklarını, metnin daktilo ile yazılmış olması gerektiğini söylüyorlardı. Bu, yapılması çok zor bir işti ve bana zaman kaybettirecekti.

 

- Ne yaptınız?

- Sonunda Dilek Matbaası, dizgiyi el yazısından yapmayı kabul etti. Ben de provaları okuyarak, düzeltme işlemlerini yaptım ve kitap baskıya hazır hâle geldi.

 

- Birinci aşama tamamlanmış.

- Bu kez, yeni bir sorunla karşılaştık. Baskıya geçebilmek için Seka’dan 57x82 ebadında 3. Hamur kağıt almamız gerekiyordu. Bu kez de kağıtçılarla tanıştım. Ancak kağıt yoktu.

 

- Neden?

- Kitap kağıdı Seka’nın İzmit tesislerinde üretiliyordu ve yayıncıların talebini karşılayamıyordu. Bazı kağıtçılar önceden talep listesine adlarını yazdırarak, ön kaporaları yatırıyorlar, sonra da “kapattıkları” malları, karaborsa olarak yüksek aşamalardan geçmiş…

 

- Ülke ne aşamalarından geçmiş…

- İmdadımıza yine Dilek Matbaası yetişti. Sevgi Dünyası Dergisi de orada basılıyordu ve grubun başkanı olan Dr. Refet Kayserilioğlu’nun bastırmak için “Beyti Dost”tan onay beklediği iki ciltlik “Seviniz, Birleşiniz, Bir Olunuz” adlı kitabın kâğıtları da orada bulunuyordu.

Babam Refet Bey’le tanışıyordu. Ondan rica ettik, kağıtlarını ödünç olarak aldık ve kitap basabildi.

 

 

Gazetecilik Serüveni

 

- Ya sonra?

- Sonra Seka’dan kâğıt gelince, Refet Bey’in kağıtlarını yerine koyduk.

Bu sırada ben, Tercüman Gazetesi’nin Cevizlibağ’daki binasında part time olarak çalışıyordum.

 

- Gazeteye nasıl girmiştiniz?

- Yine babam aracılığı ile. Babam o sıralarda Sultanahmet’teki İstanbul Adliye’sinde Adalet Komisyonu Başkanı ve İcra Reisi olarak görev yapıyordu.

Çok geniş bir çevresi vardı. Tercüman Gazetesi’nin sahibi Kemal Ilıcak ile de tanışıyordu.

 

- Babanızın toplumdaki yeri ve ilişkileri, size yolunuzu bulmada çok yardımcı olmuş.

- Evet. İstediğim anda, kapılar açılıyordu. 1980 yılında Almanya’dan dönmeden önce, Alman Hükümeti Türk vatandaşlarına vize uygulaması başlatmıştı.

Ben de bu konu ile ilgili olarak üç bölümlük: “Almanya’da Türk Olmak” isimli bir yazı hazırlamıştım. Onu Tercüman Gazetesi’nde yayınlatmak istiyordum.

Kemal Ilıcak’a gittim, o da beni Almanya Servisi’ne yolladı. Refik Sönmezsoy’la konuştum ve yazımı verdim. O da bana, bir teklifte bulundu.

 

- Ne dedi?

- Tercüman Gazetesi Almanya’da da yayınlanıyordu. Spor sayfası en arka sayfadaydı. Onun arkasındaki sayfada da, Almanya’daki televizyon programları Türkçe olarak tanıtılıyordu. Benden, bu sayfanın hazırlanmasında, Almanca’dan tercümeler yapmamı istedi.

 

- Siz ne cevap verdiniz?

- Ben o sıralar kitabı çevirmekle ve bastırmaya çalışmakla uğraşıyordum. Ayrıca İstanbul Üniversite’sinde doktoramı tamamlayabilmek için, eksik kalan derslerimi ve tezlerimi hazırlıyordum.

 

- Pek zamanınız yokmuş gibi görünüyor.

- Doğru. Ama bu gazetecilik işi de gözüme güzel görünüyordu. Düşüncelerimi toplumla paylaşma fırsatı veriyordu.

“Tamam, yaparım” dedim.

 

- Zamanı nasıl ayarlıyordunuz?

- Sabahları gazeteye gidiyordum, öğleden sonraları ise üniversiteye. Akşamları da kitabı çeviriyordum.

 

- Çok emek vermişsiniz.

- Kitabın kapağını da gazetede bizim serviste sayfa sekreterliği yapan Ertuğrul Karslıoğlu ile hazırdık.

Kitap “tipo baskı" ile basılıyordu. Yani dizgiden çıkan tek tek kurşun satırlar, sayfalar hâlinde toplanıyor, sonra da belirli bir düzen içinde 16 sayfa olarak düzenleniyordu.

 

- “Forma” denilen şey bu mu?

- Evet. Kitaplar formalar hâlinde, yani on altı sayfalık kalıplar hâlinde basılıyor, sonra kırma makinesinde katlanarak, kitap formatına getiriliyordu. Hâlen de öyle yapılıyor.

Ama “entertip dizgi" yerine bilgisayar çıktı, “tipo”nun yerini de “ofset” baskılar aldılar.

Kitabın içi basılmıştı, kapağı da başka bir matbaada bastırıp-getirmiştim.

Matbaacı arkadaş bana, sıranın “mücellit”te olduğunu söyledi.

 

- “Mücellit” ne demek?

- Aynı soruyu, ben de ona sordum. Meğerse kitabı toplayıp, cilt yapan departmana “mücellithane”, orada çalışan kişilere de “mücellit” deniliyormuş.

 

- Sonra?

- Mücellit kitapları ciltledi ve paketledi…

Artık Bir Yayıncıydım!

 

- Kaç adet bastırmıştınız?

- Kaç adet basılması gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Aile dostumuz olan Ziya Sak Bey, “A-A Yayınevi”nin sahibiydi ve İngilizce öğrenme ve öğretmeyle ilgili kitaplar yayınlıyordu ve çok da başarılı idi.

Bir akşam onu eve davet ettik ve bu konuda ondan bilgiler aldık.

 

- Neler anlattı?

- “Yayıncılığa kötü zamanda girdin Aydın’cığım” diyerek başladı konuşmasına ve şöyle devam etti: “Yayıncılık eskidendi. 15-20 bin adet kitap bastırdık. Sonra otomobilin arkasına (alabildiği kadarını) doldurur, Anadolu’ya ve Türkiye’ye çıkardık. Şimdi öyle mi, 5.000 taneyi zor satabiliyoruz.”

 

- Siz de 5.000 tane mi bastınız?

- Evet ve bütün bu kitaplar mücellitte duruyordu. Parasını ödedim ve birkaç tane kitap alıp, eve götürdüm. Tanıdıklara imzalayarak verdim.

 

- Duygularınız nasıldı?

- İçimde, bu işi başarmış olmaktan dolayı bir huzur ve tatmin hissi vardı. Ama iş, henüz tamamlanmamıştı.

 

- Niye?

- Ertesi gün yine birkaç kitap almak için mücellithaneye uğradığımda, sahibi bana: "Bu kitapları ne zaman buradan alacaksın, yer kalmadı “deyince şaşırdım. Ben, kitaplar orada kalacak zannediyordum.

 

- Yayınevi neredeydi?

- Hangi yayınevi? Yayınevi yoktu ki. Her şeyi evden idare ediyordum. Daha ilginç bir şey söyleyeceğim: İlk kitabın üzerinde yayınevi adı da yoktu.

 

- Niye?

Çünkü bir yayınevi kurmamıştım. Adres olarak da Bakırköy Postanesi’nde bir pasta kutusu numarası vermiştim.

 

- Pes doğrusu.

- Kitapları nereye koyacağımı bilemiyordum. Deposu olan herhangi bir tanıdık da yoktu.

 

- Ne yaptınız?

- O zaman Murat 131 marka bir arabamız vardı. Ağabeyimle beraber onun bagajını ve arka koltuklarını doldurarak kitapları Bakırköy’deki evin kapısına kadar götürüyorduk.

 

- Kaç seferde taşıdınız kitapları?

- Tam 5 seferde. 5.000 tane kitap az değil ki. Kapının önüne gelmeyle iş bitmiyordu. Apartmanın dış kapısının önüne bir paket koyarak, kapıyı açık tutuyorduk. Sonra aynı işlemi asansör kapısına uyguluyorduk.

Dördüncü kata çıktıktan sonra, yine yere bir paket koyarak asansör kapısını açık tutuyor, ardından kucaktaki paketlerle evin kapısından içeriye girip, benim odamdaki yatağın başucuna muntazam bir şekilde onları diziyordum.

 

- Bir pakette kaç kitap vardı?

- Kırk adet.

 

- O zaman aynı işlemi tam 125 kere yapmışsınız.

- Tek seferde bazen iki, bazen de üç paket taşıyabiliyordum. Demek ki, ortalama 50-60 kere bu taşıma işlemini yapmışım.

 

- Ne büyük çaba!

- İş o kadarla bitmiyor ki. Kitap basıldı, eve taşındı. Sıra bunların kitap dağıtımlarına sevk edilmesine gelmişti.

 

- O nasıl oluyor?

- Kitap toptancılarına “dağıtımcı” adı veriliyordu. Ziya Sak Bey’e bu konuyu sorunca, bazı dağıtımcıların isimlerini vermişti: “Ge-Da, Say, Cemmay, Dost, İleri ...”

Kitapları yatağımın başucuna dizme işlemi bittikten sonra, çantama birkaç tane kitap koyup, Cağaloğlu’ndaki dağıtımcılara uğramaya başladım.

 

- Nasıl gitti işler?

- Beklediğimden iyi gitti. Dağıtım firmasına gidiyordum, kitabı gösteriyordum, bir adet bırakıyordum. Bazen hemen, bazen de bir dahaki uğramamda siparişlerini veriyorlardı.

 

- Talep gelmesini neye bağlıyorsunuz? Sizin daha yayıneviniz bile yok.

- O tarihte piyasada Erich Fromm’un iki tane kitabı bulunuyordu. Birisi De Yayınları’nın “Sevme Sanatı”, diğeri de Dost Yayınevi’nin “Psikanalizin Bunalımı” idi. Özellikle “Sevme Sanatı” iyi iş yapıyordu.

Sanırım aynı yazarın kitabı olduğu için benim “Freud Düşüncesi’nin Büyüklüğü ve Sınırları” adlı kitabına da ilgi göstermişlerdi.

 

- İşler daha sonra nasıl gelişti?

- Kitapları odama taşıdığımın tam tersi bir süreç yaşanılıyordu. Belirli aralıklarla dağıtımcılara uğrayarak, kitapların durumuna bakıyordum. Yeni sipariş verirlerse, kitapları kapının önüne indiriyor, otomobile yükleyip Cağaloğlu’na gidiyor, trafik polisine “hemen geliyorum” işaretini veriyor ve paketleri dağıtımcılara taşıyordum.

 

- Peki, bu kadar çabaya karşılık, para kazanıyor muydunuz?

- Kitabı çıkartırken, babamdan 186 bin lira borç almıştım.

Kitaplar satılmaya başlayınca, bu borcumu ödedim.

 

- Yani, tam sıfır sermayeyle işe başlamıştınız.

- Tam da öyle. Kitap “mavi kitap” adıyla tutmuştu, satılıyordu.

 

- Kitabı, kitapçılarda ve vitrinlerde görünce neler hissediyordunuz?

- Heyecanlanıyordum, mutlu oluyordum, kendime olan güvenim artıyordu.

 

- Ya üniversite?

- Kitap başarılı olunca ve yapmış olduğum çeviri de çok beğenilince, yayıncılığa olan ilgim artmıştı. Üniversitede doktoramı bitirebilmem için almam gereken 12 sertifikadan 10’unu almıştım. Daha sonra da bir bilim imtihanı yapılacaktı ve ben "doktor" ünvanını alacaktım.

Hayat Konratım burada da işe karıştı ve bu sınav, gözüme zor görünmeye başadı.

 

- Diğer tarafta ise “başarı” vardı ve o iş, daha toplumsal bir tatmin veriyordu değil mi?

- Evet. Bu nedenle doktorayı yarıda bıraktım. Ardından 4 aylık askerliğimi yaptım. Askerlik bitince bir de ne göreyim? Piyasada tam 3 yeni Erich Fromm kitabı baş göstermiyor mu?

 

- Kitap satılınca, herkes o alana yönelmiş.

- Tüm yayıncıların tipik davranışları 1981 yılında da aynıydı. Yeni bir şeyler oluşturmak yerine, satılan ne varsa, onun üzerine çullanmak.

 

- Siz ne yaptınız?

- Elimde Erich Fromm’un iki kitabı daha vardı. “Psikanaliz ve Din” ile “Sahip Olmak Ya Da Olmak”. Onları da çevirdim ve piyasaya verdim.

 

- Bayağı yayıncı olmuşsunuz.

- Evet, Ancak bu işin sıkıntılı bir yanı vardı. Dağıtımcılardan ödeme almak pek de kolay olmuyordu. Belirli aralarla onlara uğruyordum. Hem kitapların azalıp-azalmadığına bakıyordum, hem de satılanlarla ilgili ödeme soruyordum.

 

- Ödemeleri nakit olarak mı alıyordunuz?

- Ne gezer! Uzun vadeli çekler ve senetler veriyorlardı. O da binbir nazla ve alacağın az bir tutarını karşılar şekilde.

 

- Nasıl geçiniyordunuz?

- Bekârdım ve babamlarla birlikte oturuyordum. Pek bir özel masrafım yoktu. Dağıtımcıların bu olumsuz tavırları, canımı sıkmaya başlamıştı.

 

- Ne gibi?

- Sizin ödeme isteyeceğinizi anlayınca, birden surat ifadeleri değişiyor, sert tavırlar içine giriyorlar ve sizi, “ödeme yapacak mısınız?” sorusunu soramaz hâle getiriyorlardı beden dilleriyle.

 

- İlginç.

- Birkaç kez, kitabının durumunu sormak için gelen yazarlara, profesörlere ve saygın insanlara ne kadar ters ve saygısızca çıkıştıklarını gördüm. “Zaten satmıyor. Al kitabını git!” şeklindeki konuşmalar yüzünden, o koskoca ve saygın insanların ezik ve mahçup bir şekilde oradan uzaklaştıklarını gördüm. Böylelikle, oradaki diğer yayıncılara da gözdağı vermiş oluyorlardı.

 

- O sıralarda neler düşünüyordunuz?

- Zaten çek, senet gibi şeyler de bana sevimsiz geliyorlardı. Ek işler yapmaya başladım.

 

- Ne gibi?

 

Yeni Bir Alana Geçiş

 

- Aile dostumuz olan Kervan Film’in sahibi Ümit Utku Bey, bana “Türk Sinema Sanatçıları Ansiklopedisi”nin yapımını verdi. Daha sonra “Modern Türkiye” adlı bir dergiyi çıkartmaya başladım. Bunların yanı sıra daha başka baskı işleri ile ilgilendim.

 

- Bunlar sizi tatmin ediyor muydu?

- En azından elime nakit para geçiyordu ve para kazanabiliyordum. Bu sayede 1983 yılı Mayıs ayında Cağaloğlu Biçki Yurdu Sokak No:1 Kat: 3’de ilk ofisimi açtım.

 

- İlk kitabı çıkardıktan sonra üç yıl sonra.

-Evet, o tarihe kadar bütün işlerimi elimdeki tek bir çanta ile evden idare ediyordum.

 

- İlginç. Ofisi açınca ne gibi bir değişiklik oldu?

- Dış cepheye iki ayrı tabelâ astırmıştım. Birisinde “Arıtan Yayınevi” yazıyordu, diğerinde ise, diğer başka işlerini yürüttüğüm firma olan “Om Yayıncılık, Reklâmcılık ve Organizasyon” ibaresi vardı.

 

- “Om” ne demek?

- O yıllarda Buddhizm ve Uzak Doğu konularında kitaplar okuyordum. “Om mani padme hum” kutsal ifadesi ilgimi çekmiş olduğu için, firmanın adını “Om” olarak belirlemiştim.

 

- Anlaşılan bu yeni alan, sizin daha çok ilginizi çekmeye başlanmış.

- “Entertip dizgi” ve “tipo baskı"dan, bilgisayar dizgisi ve ofset baskıya geçmiştim. Ve bu alanda hesap-kitap netti. İşi teslim ediyordunuz ve tahsilat yapıyordunuz.

Bakiye, iade ve ödeme belirsizlikleri yoktu. Para kazanmaya başlamıştım. Bu da, hoş bir duyguydu.                                                                      

 

.

.

Kapat