Kuruluş Hikâyemiz

- Sizin bir hikâyeniz olmalı. Yayıncı olmayı tesadüfen mi seçtiniz? Yoksa bunun bir “hayat amacı” olması daha siz doğmadan önce mi planlanmıştı?

- Hem de çok önceden. Arıtan Yayınevi’nin kuruluş tarihi 1937’ye dayanıyor.

 

- Çok ilginç, biraz detaylandırır mısınız?

- Babam A.Orhan Arıtan ve iki amcam Gündoğdu Arıtan ve Turhan Arıtan, çocukluk ve gençlik yıllarını Giresun’da geçirmişler.

Okumaya çok meraklılarmış. O dönemlerde kitaplar, aylık fasiküller hâlinde yayınlanıyormuş.

Babamlar bütün harçlıklarını bu fasiküllere yatırırlar, sonra da bunları ciltletip, kitap hâline getirirlermiş.

 

- Demek ki, kitaba ilgi aile genetiğinde var.

- Bakırköy’deki evimizde büyük bir kütüphane vardı. Babam da her ay Sahaflar Çarşısı’ndan yeni çıkan kitapları alır, oturma odasındaki sehpanın üzerine koyar ve akşamları onları okurdu. İlginç olanlarını da yüksek sesle bizlere aktarırdı.

 

- Sizin yayıncılığınız, aileden geliyormuş.

- Evet, kitapla olan ilişkiler ve yakınlıklar aile kaynaklı.

 

- Giresun’da ve 1937’de kalmıştık.

-Fasiküller ciltlenip, kitap hâline geldikten sonra da, üzerlerine varak yaldızla kitabın adını, alt kısmına da kitabın kendilerine ait olduğunu gösteren “Arıtan Kütüphanesi”, “Arıtan Kitapodası” gibi yazıları yazdırıyorlarmış.

 

 

- İlginç.

- Bundan dört yıl önceydi. Bir gün evdeki büyük kütüphaneyi karıştırırken, “Hava Yarışı” adlı kitaba gözüm takıldı. Elime aldım, cildin üzerinde yer alan ismi görünce, hayrete kapıldım.

 

- Ne yazıyordu?

- “Arıtanlar Kitapevi”.

 

- Neden böyle yazmışlar?

- Orasını bilemiyorum. Ancak ilginç olan şey şuydu: Onların bir kitapçı dükkânları yoktu, sadece iyi ve meraklı birer kitap okuyucusuydular.

 

- Belki de içlerinden gelen bir hayali ya da duyguyu yansıtmışlardır oraya?

- En ilginç nokta da şu: O zamanlar “Yayınevi” kelimesi yerine, yayın yapan kuruluşlar, isimlerinin ya da markalarının yanına “ Yayınevi” yerine: “Kitapevi” yazarlarmış.

 

- Pes doğrusu. Gerçekten de Arıtan Yayınevi’nin temelleri 1937’de atılmış.

- Ben 1980’de ilk kitabımı yayınladığımda, bunlardan hiç haberim yoktu. Babamın da aklına, 1937’de ciltlettikleri bir kitabın üzerine “Arıtanlar Kitapevi” yazmış oldukları gelmemişti.

 

- Sizin aklınıza bu ismi koymak nereden geldi?

- Doğal değil mi? Soyadımı yayınevi adının önüne koymak, o anda olabilecek en iyi tercih gibi görünmüştü gözüme.

 

- Yayıncılık yapmanız bir kadermiş gibi. Çünkü aile genetiğinde var.

- O açıdan bakarsak öyle. Ama Holistik Düşünce açısından bakacak olursak, karşımıza başka bir resim çıkıyor.

 

- O resmi biraz tarif eder misiniz?

- Biz, dünyaya doğmadan önce, burada neler yaşayacağımızı ve hangi tecrübelerin içinden geçeceğimizi, hazırlamış olduğumuz Hayat Kontratı’na tek tek yazıyoruz.

 

- Yani, dünya hayatında yaşayacaklarımızı, karşılaşacağımız olayları ve kişileri önceden belli mi ediyoruz?

- Tıpkı bir filmin senaryosu gibi düşün. Önce zihninde bir tasarım oluşuyor. Sonra bunu dünya hayatının (olayın geçeceği mekânın) içine indirgiyorsun. Konuyu en iyi şekilde canlandıracak olan olayları, onların geçeceği yerleri, karşılaşacağın insanları, onların özelliklerini, yaşayacaklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, çeşitli duygularını ve bunlardan çıkartacağın sonuçları bütün detayları ile bir senaryo hâline getiriyorsun.

 

- Bu, çok farklı bir bakış açısı.

- Bence doğrusu da bu.

 

- Sonra?

- Senaryoyu yazdıktan sonra, dünyaya doğmaya hazır hâle geliyoruz. En ince nokta da; bu oyunu, hangi dönemde, hangi ülkede, hangi aileyle ve hangi yardımcı aktörleri kullanarak sahneleyeceğimizi tesbit etmek.

 

- Senaryoyu biz hayal ettik, tasarladık, yazdık, sahneyi ve oyuncuları belirledik. Peki oyunu kim yönetecek ve başrol oyuncusu kim?

- Hepsi aynı kişi: Biziz.

 

- Peki, buradan nasıl bir sonuç çıkacak?

- Ben, aile genetiğinde “yayıncılık” sevgisi ve ilgisi olduğu için yayıncı olmadım.

“Hayat amacım” olarak yayıncılığı seçmeye karar vermiş olduğum için “Arıtan” ailesini seçtim.

 

- Arada ne fark var? Her ikisi de aynı sonucu vermiyor mu sonuçta?

- Çok önemli bir kırılma noktası da burası: Birinci durumda ben, “üzerlerinde bir etki ve değişiklik oluşturma imkânına sahip olamadığım şartların” bir kurbanı olduğumu hissederim.

İkinci durumda ise ben, “dünya hayatı deneyimim için bana gerekli olan şartlara sahip olan bir aileyi seçmiş” oluyorum. Bu da bana, bir kahraman olduğum düşüncesini ve inancını verir.

 

- Daha önce hiç böyle düşünmemiştim.

- Holistik Düşünce, bize yepyeni bir bakış açısı veriyor ve bizi, farklı bir hayat resmini görmeye yönlendiriyor.

 

- Konuşmaya “sizin bir hikâyeniz olmalı” diye başlamıştık, konu “hayata nasıl bakmamız ve onu, nasıl yaşamamız gerektiği” noktasına geldi.

- İşte, bizim gerçek yayıncılık hikâyemiz de tam burada başlıyor.

 

- Çok iyi.

 

"Ne" Yapıyoruz?

(“Kitaplar yayınlıyoruz”)

- İstersen, yaptığımız işten, işin görünen yanından başlayalım: Biz, Arıtan Yayınevi olarak 1980 yılından beri kitap yayınlıyoruz.

Son sayımlara göre Türkiye’de yayıncılık işiyle uğraşan 4.000'in üzerinde yayınevi var. Ülkemizde yayınlanan kitapların sayısı da her yıl artıyor. 2017 yılında 58.548 kitap yayınlanmış.

 

- Binlerce yayınevi var. Hepsi kitaplar yayınlıyorlar. Ama bu işe “neden” atıldıkları ve işlerini “nasıl” yaptıkları birbirlerinden çok farklı.

 

"Nasıl" Yapıyoruz?

(“Akıcı, kolay anlaşılan ve özenli metinler hazırlıyoruz”)

 - Siz işinizi “nasıl” yapıyorsunuz?

- Biz işimizi “akıcı ve anlaşılır metinler hazırlayarak” yapıyoruz.

 

- Evet, sizin yayınevi ilk kurulduğunda kullandığınız bir slogan vardı: “Yalnızca okumak değil, anlamak da istiyorsanız Arıtan’ı okuyun. Çünkü Arıtan Yayınevi “bilgiyi anlaşılır kılar!”

- 38 senedir de aynı ilkeye sadık kalarak ilerliyoruz. Biliyorsun, yayınlamış olduğumuz ilk 43 kitabı ben çevirmiştim. Daha sonra işimiz genişleyince, diğer çevirmenlere çeviriler vermeye başladık.

Bu arada bazı yerli yazarların kitaplarını da basıyorduk. Eserler bana ulaştıkça, şaşkınlığa uğruyordum.

 

- Neden?

- Çevirmenlerin (ve yazarların) kendilerini nasıl ifade edemediklerini görüyordum. Bir şeyi anlamak, sonra da onu anlatmak konusunda ne kadar yetersiz kaldıklarını farkediyordum.

 

- Neye şaşırdınız?

- Çalıştığımız kişiler toplumun elit sayılabilecek kesimlerinden geliyorlardı. Bir ya da iki yabancı dil biliyorlardı. Üniversite bitirmişlerdi. Bir çoğunun da yurtdışı deneyimleri vardı.

 

- İlginç.

- Sonra topluma “kendini doğru olarak ifade etme” ve “akıcı ve anlaşılır olma” açılarından bakınca, bu sorunun toplumun bütün alanlarında son derece yaygın olduğunu gördüm.

 

- Nerelerde?

- Önce okullarda, ders kitaplarında, öğretmenlerde, sonra hukukçularda, hukuk metinlerde… Yazılı iletişim ile ilgili her alanda aynı eksiklik, yetersizlik ve başarısızlık kol geziyordu. İşin acı tarafı da, kimsenin bunun farkında olmamasıydı.

 

- Neden?

- Çünkü önlerinde daha iyi örnekler bulamıyorlardı. Evet, kimi insanlar güzel, anlaşılır ve doğru ifade edilmiş eserler vermişlerdi, halen bu becerilerini ortaya koyan ustalar da vardı.

 

- Eksik olan ne?

- Başarılı işlere imza atan “ustalar”, bunu doğal yetenekleri sayesinde yapıyorlardı. Ancak, bu gibi mükemmel metinleri nasıl oluşturduklarının tekniklerini, bir eğitim programı hâlinde diğer insanlara nasıl anlatabilecekleri konusundaki deneyimleri eksikti.

- Akıcı ve anlaşılır şekilde yazabilmek özel bir yetenek. Bunun tekniklerini diğer insanlara aktarabilmek ise, başka bir konu.

- Ülkemizde bu konuda çok büyük bir açık var.

 

- Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarına ne diyorsunuz?

- Yetersiz ve eksik. İşe yüzeysel olarak yaklaşıyorlar.

 

- Niye?

- Yazılı iletişimin hedefi nedir?

- Düşüncelerimizi birbirimize anlatmak ve aktarmak.

 

- Bununla neyi hedefleriz?

-Anlaşılmayı.

- Biraz daha yukarıya çekelim işi: İletişimin ana hedefi, anlamak ve anlaşılmaktır. Biz bir yandan kendimizi doğru ve anlaşılır olarak ifade etmeye çalışırken, diğer yandan da bize aktarılanları anlamaya çalışırız.

Beynimizin içinde soyut olarak oluşan imajları ve düşünceleri, harfler ve kelimeler aracılığı ile diğer insanlara iletmek, paylaşmak ve bizi anlamalarını sağlamak isteriz.

Başka türlü söyleyecek olursak, onların zihinlerinde “doğru resmi” açmalarını temin etmeyi arzularız.

 

- Bu işi en iyi şekilde nasıl yapabiliriz?

- Bütün bu süreci yürüten ve yöneten beynimizdir. İletişimi, hatta bütün hayatımızı ilgilendiren her şeyi, beynimizin nasıl çalıştığını öğrenmeden tam olarak anlayamayız, hatalar yaparız.

 

- Buradan nasıl bir sonuç çıkartmamız gerekiyor?

- Türk Dil Kurumu’nun çalışmaları ile okullardaki Dil Anlatım ve Edebiyat Dersleri’nde aktarılan bilgiler olaya; öğrenmenin, anlamanın ve hatırlamanın sonra da bu bilgileri hayata geçirmenin beyinsel düzlemde ne şekilde düzenlendiği açısından bakamıyorlar.

 

- Ve bu da bize, ülke çapında eksik bir iletişim, birbirimizi anlayamama ve sürekli olarak çatışma ya da çekişme içinde yaşama olarak geri dönüyor.

- Çok doğru. Çevirmenlerle çalışmaya başladıktan sonra nerelerde ve nasıl hatalar yaptıklarını görmeye başladım. Kendilerini neden doğru olarak ifade edemediklerini anladım. Akıcı ve anlaşılır metinler yazamamanın, binbir sebebi ile karşılaştım.

- Tıpkı Edison’un ampulü bulana kadar yapmış olduğu deneyler için: “Ampulün nasıl yanmayacağı ile ilgili 999 tane başarılı deney yaptım” demesi gibi sanki.

 

- Tam da öyle.

- Sizin ilk çeviriniz olan “Freud Düşüncesi’nin Büyüklüğü ve Sınırları” ve sonrasındaki çevirileriniz Türk toplumu tarafından hâlâ beğeniliyor ve takdir ediliyor. “Usta işi" olduğu belirtilerek, örnek olarak gösteriliyor.

- Doğru. O konuda bir yeteneğim var. Ancak bunu, başkalarına da nasıl yapacaklarını öğretebilen bir eğitim programı hâline gelebilmem için, yıllarca o başarısız çevirileri tekrar tekrar düzeltmek zorunda kaldım.

 

- Sizi tanıyanlar, hâlâ bile yayınlanacak olan kitaplardaki nokta ve virgüllerle, nasıl ince ince uğraştığınızı ve verdiğiniz emeği iyi biliyorlar.

Bunca yıldır elinizden düzeltilip-üzerinde çalıştığınız yaklaşık kaç sayfa geçmiştir?

- 550.000 sayfadan fazla, çünkü bir kitabı üç ya da dört kez elden geçirdiğim çok oluyor. Kendi yazdığım kitapları ise en az 15-20 kere yeniden okuyorum ve değişiklikler yapıyorum.

 

- Bu, çok büyük bir deneyim.

- Tabii, ancak bu işe farklı bir gözle baktığım için, kötü, yetersiz ve olumsuz olanların içinden; iyi, yeterli ve olumlu olanları çıkartma imkânına sahip oldum.

 

- “Holistik İletişim” adlı kitabınızın önsözünde çok ilginç bir bölüm var: “Bunca başarısız metinleri oluşturan ve bana bu kadar eziyeti hazırlayan yazar ve çevirmen arkadaşlara teşekkür etmek isterim. Hatta onlara şükran duyduğumu da belirtmeliyim. Onlar olmasalardı, böyle bir eser hiçbir zaman yazılamazdı” demişsiniz.

- Gerçekten de öyle. Onların sayesinde, yeteneği, başkalarına da aktarılabilen bir programa dönüştürebilme imkânını elde ettim.

 

- Bu kadar çaba göstermeden de, aynı işi yapabilirdiniz. Hiçbir iş sahibi, üretim süreci üzerinde bu kadar durmuyor ve bizzat emek vermiyor. Bu konudaki uzmanları bulup, işe alıyor ve kendilerini daha “ticarî konulara” yöneltiyorlar.

- Bana da herkes böyle söylüyordu: “Hâlâ nokta ve virgülle uğraşıyorsun. Senin çok geniş bir potansiyelin ve çevren var. Artık bir asistan gibi değil, bir profesör gibi davran!” tavsiyesinde bulunuyorlardı.

 

- Siz nasıl davranıyordunuz?

- Onlara şöyle bir cevap veriyordum: “Önümdeki metni daha iyi bir hâle getirebilmeye becerim ve gücüm varken, bunu insanlardan nasıl esirgerim?”

 

- Başka düzeltmenler ya da editörler bulsaydınız.

- Benim kadar iyi yapabilecek olan birisine hiç rastlamadım ki.

 

- Bu, bir kısır döngü.

- Öyle gözüküyor. Ama her olumsuzluk, içinde bir çok fırsat barındırır. Sorunlara bakıp, söylenmek yerine, çözümlere odaklanabilirsek, bu fırsatları değerlendirmeyi ve kendimizi geliştirmeyi başarabiliriz.

Verdiğim emekler, yazılı iletişim konusunda, ülkemizde yeni olan bir çok şeyi farketmemi ve bunları topluma aktarmamı sağladı.

 

- Başka yararlarını da gördünüz mü?

- Okurlarımıza daha iyi ve anlaşılır eserler verebilmek için yıllar boyunca çalışırken, “para kazanacağım" işimi, iyi bir şekilde yapmaya çalıştığımı zannediyordum.

 

- Öyle değil miymiş?

- Giderek “ne” yaptığımın (kitap yayıncılığı) yanı sıra, bunu “nasıl” yaptığımı da (anlaşılır metinler hazırlamak) daha iyi anlar oldum.

 

- Ya sonra?

- Sonra giderek, beni bu şekilde düşünmeye ve davranmaya yönelten, motive eden ve yılmadan, usanmadan çalışmamı sağlayan enerji kaynağını hisseder oldum.

 

- Neydi bu “ana enerji kaynağı?”

- Bu işi “neden” yaptığımın gerçek sebeplerini farketmeye başladım.

 

 

“Neden” Varız?

(“İnsanların okuduklarını daha iyi anlamalarını sağlamak için varız”)

- Peki, sektördeki yayınevleri neden iyi yazarlarla, çevirmenlerle ve editörlerle çalışmıyor?

- İlk neden ekonomik gibi görünüyor. Daha iyi çevirmen ve daha iyi editör, “daha çok para ve daha çok masraf” anlamına geliyor.

Ve yayıncılık sektörünün kazanç düzeyi, yeterince kaliteli kişileri istihdam etmeye (çalıştırmaya) yeterli gelmiyor.

- Üniversitelerde “çevirmenlik” bölümlerinin sayısı, son yıllarda arttı.

- Ancak oralardan, kitap sektöründe başarılı işler çıkartacak olanlar yetişemiyorlar ne yazık ki.

 

- “Sorun ekonomik gibi görünüyor” demiştiniz. Niçin “gibi” kelimesini kullandınız?

- Çünkü işin ekonomik gerekçeleri, kalitesizliğin gerçek “nedeni” değil.

 

- “Gerçek neden” nerede?

- Yayıncıların bu işe neden yöneldiklerine bakacak olursak, “bir biçimde” bu sektörle tanışmış olmalarının ilk etken olduğunu görüyoruz: Bir yakınların kitap basan bir matbaa sahibi olması, bir yayınevinin herhangi bir departmanında çalışmış olmaları, başka bir iş bulamamaları…

 

- Bu işi sevenler, yaptıkları işten mutlu olanlar ve haz alanlar yok mu?

- Var elbette. Ancak bir çoğu yapacak daha kolay, daha az zahmetli ve daha çok kazandıracak bir konu bulsalar, hemen o alana geçerler.

- Yani, bir biçimde bu işe “bulaşmış” olanlar ve başka bir kazanç kapısı bulamayanlar sektörde kalıyorlar.

- Büyük bir oranda böyle bu.

 

- Bunun sonucu ne oluyor?

- En önemli nokta da burası: Olaya bu açıdan bakınca, onlar için bir kitabın akıcı, anlaşılır ve özenle hazırlanmış olması çok da önemli değil.

 

- Ne önemli?

- Satılabilir olması. Eğer satın alınıyorsa, içinde yanlışlıklar, kötü anlatımlar ya da ifadeler olması bir önem taşımıyor.

- Bu, bir sorumsuzluk örneği.

- Amaç bu değil, ama sonuç bu.

Herhangi bir işi yaparken, insanlar işlerinde hem kendilerine, hem de yaptıkları işten etkilenecek olanlara karşı bir sorumluluk hissetmeleri gerekiyor.

 

- Niye böyle sorumsuzca davranıyorlar?

- Aslında hiç kimse kötü niyetli değil. Ama gerçek “hayat amaçları”nı bilemiyorlar ve bunu nasıl gerçekleştirebilecekleri konusunda bir fikirleri yok, önlerinde de daha farklı örnekler bulunmuyor. Yani bu, bir kapasite ve yetersizlik sorunu.

 

-Neye yol açıyor bu?

- İşlerini “neden” yaptıklarının ve gerçek “neden”lerinin ne olduğunu bilmiyorlar.

Bu işi sadece para kazanmak ve geçimlerini temin etmek amacıyla yaptıklarını düşünüyorlar.

 

- Yanlış mı bu?

- Değil, ancak yanıltıcı ve yüzeysel.

Yayıncılık yapmak ve kitap yayınlamak, kavun-karpuz ticaretine benzemez. Biz burada bir ülkenin kültürel mirasına yön veriyor ve katkı yapıyoruz.

Gelecek nesillerin nasıl ve ne şekilde düşüneceklerini belirliyoruz.

Bir ülkenin nasıl yönetilebileceğini, dünya tarihi içinde ne türlü bir yer alacağını ortaya koyuyoruz.

 

- Çok önemli bir iş bu.

- İnsanların üzerinde bir etki yaratıyoruz ve bir değişim oluşturuyoruz

 

- Bu, oldukça farklı bir açı.

- Herkes en küçük işini bile, “dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi” yerine getirebilmeli.

 

- Kolay değil bu.

- Hayata ve olaylara hangi açıdan baktığımıza bağlı.

Üniversite yıllarımda “De Yayınevi”nin, Yurdanur Salman çevirisi ile yayınlamış oldukları Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” adlı kitabı, benim bu yazarı sevmeme ve giderek Arıtan Yayınevi’ni kurmama sebep olmuştu. Onlara müteşekkirim. Bakın tek bir kitap, tek bir çevirmen ve yayınevi, koskoca bir ülkeye neler katabiliyor ve neler kazandırabiliyor.

- 38 yıldır ülkemize bir çok yeni değerler katan bir yayınevinin ortaya çıkmasına katkı yapmışlar.

- Biz de aynı özeni göstererek, bir çok insanın hayatına dokunduk. Belki de, milyonlarca insana yepyeni aydınlamalar sağladık.

 

-Size gelen okuyucu değerlendirmelerinin ne kadar fazla ve olumlu olduklarını biliyoruz.

- “Okuduk, çok akıcı ve anlaşılır. Hayatımızda bir farklılık yarattınız” demeleri, bizim hayat amacımızı ve kuruluş “neden”imizi yerine getirdiğimiz duygusunu hissetmemizi sağlıyor.  

 

- “Para kazanma” hedefi?

- Burada sormamız gereken soru şu: “Kazandığın parayla ne yapıyorsun?”

- Geçiniyorlar.

 

- Ya sonra?

- Biriktiriyorlar, daha çok şey alıyorlar, daha çok şeye sahip oluyorlar…

- İşte tam da bu nokta: “Sahip olmak” sözcüğü. Erich Fromm’un çevirmiş olduğum “Sahip Olmak Ya Da Olmak” kitabında anlattığı gibi.

- Çağın kapitalist yaklaşımı.

- Ama bu yaklaşım, özünde insanları mutlu etmiyor.

 

- Niye yine de böyle davranıyorlar?

- Başka türlü nasıl düşünüleceğini bilemedikleri için. Onlara, hayata daha farklı ve onları gerçekten mutlu edecek bir biçimde nasıl bakacaklarının örneklerini gösteren yok. Bu yeni düşünce şeklini anlatan kimsenin olmamasından kaynaklanıyor söz konusu durum.

 

- Peki, nasıl “başka türlü” düşünecekler?

- Bunun yolu, kendi “hayat amaçlarını” farketmelerinden geçiyor.

   Yaptığımız bütün eylemlerin, kaynakta onlara yön veren ve yol gösteren duygusal bir “neden”leri vardır.

 

- Bu “neden”i nasıl tesbit edebiliriz?

- İnsanların; kendilerini heyecanlandıran, yataktan hevesle, içleri kıpır kıpır kalkmalarına yol açan, işlerine şevkle ve istekle gitmelerini sağlayan, o işleri en iyi şekilde yerine getirme coşkusunu hissettiren ve akşamları da evlerine tatmin olmuş bir şekilde mutlulukla gitmelerini temin eden şeyin ne olduğunu tesbit etmeleri gerekiyor.

 

- Siz bir aşktan bahsediyorsunuz, “âşık olma” durumunu tarif ediyorsunuz.

- İşte, tam da bu. Yaptıkları şeye karşı içlerinde bir bağ hissetmeleri en ideal durum. Onları bu işe âşık eden “neden”in ne olduğunu bulabilmeleri gerekiyor.

 

- Bunu bulabilmek mümkün mü?

- Evet. “Ne” yaptığımızdan başlayarak, bu kaynağa doğru inebiliriz.  

Herkesin yaptığı ve yürüttüğü bir iş vardır. Annelik, babalık, yöneticilik, aşçılık, şoförlük, öğretmenlik, yayıncılık…

“Ne” yaptığımız dış dünya üzerinde bir değişim oluşturur.

Somuttur ve gözle görülüp-elle tutulabilir.

 

- Bizler de, hayatta var oluşumuzun bu şekilde ortaya çıktığını düşünürüz.

- Bu durum bizi, hayatı sadece “dış dünya”dan ibaret sanmak sığlığına götürür. Yaşadıklarımıza ve hayatımıza giren insanlara bu açıdan bakmak alışkanlığı bizi, hayat amacımızı, “mutlu ve huzurlu olmak” olarak tarif etmeye yöneltir.

 

- Bunun yolunun da, daha çok para kazanmaktan geçtiğini düşünürüz. Bu, yanlış bir düşünce mi?

- Eksik bir düşünce. Hayat amacı “para kazanmak” olamaz. Her amacın olduğu gibi, onun arkasında da “duygusal bir neden” vardır.

 

- Bu ne olabilir ki? Daha çok yaşamak, daha çok şeye sahip olabilmek, daha güçlü olmak, diğer insanlara daha çok katkıda bulunmak… Bunlar hep maddî güçle ilgili değil mi?

- Bütün kararlarımızı biz, “duygularımıza” göre, onlar bizi hangi şekilde davranmaya yöneltirse, o doğrultuda alırız. Bütün bu eylemlerin neden yapabilmek isteriz?

 

- Kendimizi güçlü ve güvende hissetmek için.

- Çok güzel. “Para kazanma” hedefini tek bir şey ile aşmak mümkün. Tarifi yaparken “kendini güçlü ve güvende hissetmek için” diyerek, bizi yöneten ve yönlendiren duygular alanına geçiş yaptın.

 

- Demek ki, bizim gerçek motivasyon kaynağımız, düşünceler alanından çok, duygular alanında yatıyor.

- Bir şeyi “neden” yaptığımız ise, bizim gerçek “hayat amacımız”ı ortaya koyar.

 

- Sizin “neden”iniz ya da “hayat amacınız” ne?

- İnsanların, okuduklarını daha iyi anlamalarını sağlamak. Bunun için varız.

 

- Sizi heyecanlandıran ve işinize şevkle sarılmanızı sağlayan bu duygu mu?

- Daha derini de var: “İnsanların, okuduklarını daha iyi anlamalarını sağlamak” demek, bizi gerçek nedenimize doğru yaklaştırıyor: “İnsanların yerine önceden düşünmek ve onların işlerini kolaylaştırmak.”

 

- Sizi en derinden etkileyen ve motive eden bu olsa gerek.

 - Evet. Derinlere inmeye devam edelim: İnsanların işlerini kolaylaştırmak, hangi sonucu verir?

- Onların mutlu olmalarını ve kendilerini iyi hissetmelerini sağlar.

- Bu pozitif ortam, bizi tam da istediğimiz sonuca ulaştırır.

 

- Nedir o?

- Bu yolla insanların kendilerini değerli hissetmelerini sağlamış oluruz.

- Bu çok yüksek ve duygusal bir “neden”.

- İşte biz, bunu gerçekleştirmek için yayıncılık yapıyoruz. Çünkü dünyadaki bütün sorunların kaynağında “bizim kendimizi değersiz olarak hissetmemizin” yattığını düşünüyorum.

Eğer insanları, kendilerinin değerli olduklarına ikna edebilirsek, o zaman dünya hayatı için olabilecek yüksek amaca ulaşacağımıza inanıyorum.

 

- En yüksek amaç?

- “Dünya cenneti”ni yeryüzünde gerçekleştirmek.    

 

- Bunun olabileceğine inanıyor musunuz?

- Evet. İnsanlığın dünyada varolmasının amacı, olgun, gelişmiş ve kâmil insanların oluşturdukları bir “dünya cenneti”ni kurmaktır.

 

- Bu, bir ütopya.

- Doğru. Bize kaynaklık eden, güç veren ve motive eden temel duygu ve inanç bu.

 

- En azından, belirlediğiniz yüce bir amaç ve hedef var.

- Orada gördüğümüz ışık, yolumuzu net ve aydınlık bir hâle getiriyor. Bu da, “hayatımızı bir amaç uğruna yaşamak, ona anlam ve değer katmak” demek oluyor. Bu şevkle, istekle, güçle ve arzuyla hayatımızı yaşamak ve diğer insanlara örnek olmak, bizim “varolma nedeni”miz.

 

- Herkesin bu kadar yüksek bir beklentisi olabilir mi?

- Aslında, bütün insanların varoluş potansiyelinde bu istek ve hedef gizli. Ama bunun farkında değiliz.

 

- Bu “yüce amacı” ya da “neden”i nasıl farkedebiliriz?

- Bunun en basit yolu, yaptığımız işi, o her neyse, en iyi şekilde yapmaktan geçer.

Bu kişi, bir temizlik işçisi, bir aşçı, bir yönetici, bir bakan… olabilir. Hayata anlam katmanın ve “yüce bir amaç” için yaşamanın iyisi ya da doğrusu, önemlisi ya da önemsizi yoktur.

 

- O hâlde yemeğini (kendi potansiyelinin el verdiği ölçüde) en iyi şekilde pişiren bir ev kadını ya da müşterilerin ayakkabılarını elinden gelen en yüksek özenle ve itina göstererek boyayan bir boyacı…

- İşini özenle ve istekle yerine getiren her insan, “diğer insanların işlerini kolaylaştırmaya, onları mutlu etmeye ve kendilerini iyi hissetmelerine sebep olmaya çalışıyor” demektir.

 

- Ve bu kaynak duygu da, hem diğer insanların, hem de kendilerinin, kendilerini değerli hissetmelerine yol açıyor.

- Bu şekilde düşünmek ve davranmak, “daha iyi, daha yaşanılır, insanların birbirlerine güven duydukları, saygı gösterdikleri, önem verdikleri bir dünyanın ve insanlık ailesinin oluşumuna katkı yapmak” anlamına gelir.

 

- Nereden nereye geldik?

- Biz, bu “neden”le yayıncılık yapıyoruz, kitap yayınlıyoruz, anlaşılır ve akıcı metinler hazırlıyoruz. İnsanların işlerini kolaylaştırmak amacını taşıyoruz. Onların kendilerini değerli hissetmelerini sağlamak istiyoruz. Böylelikle “dünya cenneti”ni oluşturmanın yolunu açmaya gayret ediyoruz.

...

Kapat